Ali Reis'in Takası
  Makaleler
 
Makalelerimiz
KADER
Ali ÖZDEMİR tarih 14.01.2008, 19:21 (UTC)
 İnsanoğlu, dünya tarihinde kıyaslandığında okyanustaki damla sayılabilecek hayatı boyunca bir çok durumla karşılaşıyor. Sevmeler, kazanmalar, kaybetmeler, yaşatmalar, öldürmeler, ihanetler, hayal kırıklıkları, mucizeler.. Saymakla bitmez. Hangi birini düşünsek, belki küçük bir ayrıntı gibi görülebilir. Ama hayatımızın akışına, kaderimize yön veren hadiseler bunlar. Aslında ne olduğu, nerede ve ne biçimde olduğu belli olan, ancak o duruma gelmesinin belirli sınırlarda irademize bağlı olduğu kompleks bir sistem. Karşı karşıya kaldığımız tüm hareketle, belirli bir süzülme sonrasında karşımıza kader diye çıkıyor. İnancımıza göre kişinin doğumundan ölümüne kadar alacağı toplam nefes sayısı bellidir. Ancak kişi, hayattayken uyguladığı bir takım mekanizmayla, bu nefes sayısını, belirli ölçülerde değiştirme iradesine sahip. Mesela sağlığınıza dikkat ederseniz, yediğiniz besinlerin doğal ve temiz olmasına özen gösterirseniz, kederden, plansız yaşamdan mümkün olduğunca kaçınırsanız, o zaman size verilen ömrünüzü doğal haller dahilinde uzatırsınız. Tam tersi bir durumda da ömrün kısalması söz konusu tabi ki. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, böyle bir durumda ömrünüzün uzaması veya kısalmasının sizin kaderiniz olduğu ve bunun böyle olacağının Yaradan tarafından bilindiğidir. Bu noktada dikkatli olmak, inanç dairesinin dışına çıkmamak gerekli.

Kader konusu çok hassas bir konu. Niye böyle bir yazı yazıyorum, inanın bende bilmiyorum. Belki bir yerlerde, bir kardeşimizin kader konusunda şüpheleri vardır, belki karşılaştığı bir hadise karşısında psikolojik olarak çöküntü halindedir. Ne olursa olsun. Kadere inanmak, itikadımızın temel yapı taşlarından birisi olmasının yanı sıra, insan psikolojisinin, sinir sisteminin fevkalade tesirli bir ilacı, bir çaresidir. Ümitsizliğe, adanmışlığa, isyana, kuşkuya ve daha bir çok sınır teşkil eden sisteme bir çare. Kaderin kavramsal tanımından daha çok bizi isyandan alıkoyan bir fren sistemi olduğunun anlaşılması gerekir. Sistem bütünlüğünü bozmayan bir güvencedir kadere iman. Bir ayrılıkla karşılaştığımızda, taşkınlıktan ziyade hayırlısını dilemedir. Bir ölümle karşılaştığımızda, ölümsüzlüğe boyun eğmedir. Atılan her adımın, alınan her nefesin planlandığının farkında olmaktır. Cüz’ i iradeyi bilinçli bir şekilde kullanmayı öğrenmektir. Sorgulamaktır ancak isyan etmemesini bilmektir. Teslim olmaktır. Yaşanan her şeyin ilahi bir takdir olduğunu bilmek huzur verir insana. Asrın modern! Zihniyetlileri hep bu noktada kıt düşünceli görür bizi. Oysa bilmezler bizim hayat yolunda ne derin bilgilere vakıf olduğumuzu. Tekrar söylüyorum; kadere inanmak, her şeyi sorgulamaksızın kabul etmek değildir. Sorguladıktan sonra aşırılıktan kaçınmak, realite karşısında bir insan olduğunu hissetmektir.

Kader konusunda kendinizi karmaşık bir düşünce içerisinde görmeyin. Mutlaka hassas bir konu. Ancak bilgisizlikle yapılan bir davranış, sizi acı bir tabloyla yüzleştirebilir. İlim, tarafsız ve açık olduğu sürece, insanın en önemli rehberidir.
 

ZAMANI AKILLI KULLANMAK
ALİ ÖZDEMİR tarih 14.01.2008, 19:07 (UTC)
 Zamanı akıllı kullanmak
Pek çoğumuz zamanı iyi kullanamadığımızdan,bir çok işi zamanında yetiştiremediğimizden şikayetçiyizdir.Sürekli bir şeyleri erteleriz.Ya da son ana bırakırız. Psikolog William Knaus, üniversite öğrencilerinin % 90'ının dersleri ertelediğini, bunlardan % 25'inin kronik ertelemeci olduğunu ve genellikle daha sonra okulu bıraktıklarını öne sürmüştür.Sadece öğrenciler için geçerli değil tabi bu teorem.Hayatın her alanında bir çok kişi de aynı sıkıntı görülmekte.Zamanı akıllı kullanmak demek her alanda planlı ve programlı çalışmak demektir.
Zaman ustası olanlar;
Her an ne yapacağını zamanını en yararlı biçimde nasıl kullanacağını bilir.
Hatasını, eksiklerini, karakterinin hangi kötü yola sapmaya elverişli olduğunu, onlarla şakalaşacak kadar öğrenmiştir.
Hayatında yaşadığı her evreden ve her olaydan gereken dersi alarak deneyimlerini ve iç güdülerini geliştirmiştir.
Mesleki veya kişisel, sosyal veya özel olsun yalnız kendi hayatını yaşar.
Hiçbir şeyi unutmayacak biçimde ek bir bellek sistemine sahip olduğundan bellekteki bütün anlamsız nedenlerin yerine anlamlı sorular niçin ve nasıllar almıştır.
Ulaşmak istediği amaçlara göre her gün zamanını nasıl kullanması gerektiği hakkında yoğunlaştırmayı bilir.(alıntı)
İslam ‘da da özellikle tasavvufta İbnü’l vakt diye bir kavram vardır.Mutasavvıflar; Derviş, İbnü’l Vakt olandır derler.İbnü’l vakt,zamanın oğlu anlamındadır.Çağımız insanı bu dünyada başarılı olmak istiyorsa,hayatını dolu dolu geçirmek istiyorsa,insanlığa güzel şeyler bırakmak istiyorsa zamanı yönetmeyi öğrenmelidir.Her anını şuurlu ve özgün bir biçimde yaşamalıdır.Bu bir sanattır.Hayatı layık-ı vechiyle yaşama sanatı.İşçi işyerinde,ev hanımı evinde,öğrenci okulunda zamanı planlı ve programlı bir şekilde kullanmayı öğrenirse hayatta daima başarılı ve mutlu olur.Evet.Mutluluğun bir anahtarı da zamanı akıllı kullanmayı öğrenmek.
Yaşamımızda bir çok yaşam hırsızı diye tabir edebileceğimiz,adeta vaktimizi çalan durumlar var.Mesela sonu gelmeyen telefon görüşmeleri,dağınık bir masa,hiçbir amacı olmayan internet gezintileri,beklenmedik aksilikler,zamansız misafirler…Bunları çoğaltabiliriz.Bu etkenlerin bir çoğu hayatımızda sürekli olarak bizi meşgul eden zaman hırsızları.Peki nasıl kurtulacağız bunlardan.Zamanı nasıl kendi lehimize çevireceğiz? Öncelikle bir zaman programı oluşturarak işe başlayabiliriz.Yanınızda sürekli taşıyabileceğiniz bir not defteri veya ajanda olsun.Günlük,haftalık veya aylık olarak hatta senelik olarak aklınıza gelen,yapmanız gereken işleri saatine kadar buraya not edin.Ara sıra da bunlara göz gezdirin.Gün içerisinde bir çok beklenmedik işiniz çıkacaktır.Onları da not etmeyi unutmayın.Mesela aniden bir arkadaşınız aradı.Bir saat sonra sizinle buluşmak istedi.Hemen bunu not edebilirsiniz.Bu şekilde yapacağınız ve yaptığınız işleri bir program dahilinde göz önüne getirebilirsiniz.
Bir de insanın kendi iradesine bağlı olarak ortaya çıkan zaman israfı var.Özellikle televizyon ve bilgisayar karşısında kaybolan zamanlarımız.O akşamları TV karşısına geçip saatlerce o kanaldan bu kanala ne aradığını bilmeden vaktimizi öldürmemiz.Bir Hocaefendi sohbetinde TV’nin zararlarından bahsediyormuş.Talebelerinden birisi söz almış;Hocam ne olacak ki!TV’nin kumandası bizim elimizde değil mi? Kapatırız olur biter demiş.Hocaefendi de; onu kapatabilmen için evliya olman lazım diye cevap vermiş.Gerçekten bazı şeyler gözümüze çok kolay görünüyor.Ancak uygulaması zor ve irade isteyen bir iş.Hepimiz akşamları evimizde TV izlemek yerine ailemizle sohbet etmenin,kitap okumanın v.s. hayallerini kurarız.Ah bir kapatabilsek şu TV’yi deriz.Bilen çok da uygulayan yok misali.
Şimdi biraz önceki yere geri dönelim;günlük haftalık,aylık planlarımızı,işlerimizi saati saatine not ettik,uyguladık.Daha sonra bir otokontrol mekanizması oluşturmamız gerekiyor.Yoksa başladığımız sistem kısa zaman sonra sona erecek ve biz eski alışkanlıklarımıza devam edeceğizdir.Oto kontrol mekanizmasını nasıl oluşturacağız?Oto kontrol mekanizması demek,denetleyici demektir.Sizin yaptıklarınızı denetleyecek,yapmadığınız zaman sizi uyaracak bir sistem oluşturmaktır.Bunu en yakın arkadaşınızı,eşinizi,ailenizi kullanarak yapabilirsiniz.Onların da sizinle beraber bir program oluşturmasını sağlayınız.Bu şekilde bir başkası tarafından kontrol edilmeniz,sizin de onu kontrol etmeniz sağlanacaktır.
Zaman
Göğe araladım kalbimi...
"Zaman" dedi gök, zaman...
Yanağımdan süzülen sabırla birlikte kendime sarıldım...(alıntı)

Tanınmış Zaman
zaman seni şimdi tanıdım
her şeyi kaybettikten sonra
zaman seni kullanamadım
kendime tanıyamadım seni
zaman suçumu biliyorum
senin işini yapmaya kalktım
zaman ayrıldım ayrıldım ayrılamadım
zaman ne yaptım ben
ben ne yaptım
Murathan Mungan




 

Ehlen ve sehlen Devlet-i Osmaniyye
Hakan Albayrak tarih 07.01.2008, 21:16 (UTC)
 Lübnanlı tarihçi Ziyn, 1958 yılında hazırladığı doktora tezinde şöyle diyordu:


“Halihazırda Türklerin, Arapların 'geri kalmışlığının' ve dört yüzyıl boyunca kültürel gecikmelerinin ana sorumlusu olduğu yolundaki popüler görüşü destekleyecek hiçbir tarihi kanıt yoktur. Bilakis, Arap yurtları öyle görünüyor ki Türk hakimiyetinden kârlı çıkmıştır… Bütün hakkaniyetle şu da söylenmelidir ki Türkler Arapları, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1908'de iktidara gelişine kadar asimile etmeye ya da Türkleştirmeye çalışmamışlardır.” (Kaynak: Zeine N. Zeine, Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu / Gelenek Yayıncılık 2003)

Arap şovenizminin tavan yaptığı bir dönemde kaleme alındığı için o zamanlar pek iltifat görmeyen bu hakikat, artık Arap ülkelerinin başkentlerinde düzenlenen uluslararası tarih kongrelerine damgasını vurarak şovenist literatürün canına okuyor, elhamdülillah.

***

2005 Yılında Suriye'nin başkenti Şam'da “Osmanlı Belgelerinde Bilad-i Şam” konulu bir tarih kongresi düzenlenmişti.

Merkezi İstanbul'da bulunan İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırmaları Merkezi (IRCICA) ile Suriye hükümetinin ev sahipliğinde gerçekleşen bu kongrede emperyalistlerin yazdığı yalan-yanlış Osmanlı tarihi bir güzel masaya yatırılarak tashih edilmişti.

Baasçılar tarafından yerden yere vurula gelen Sultan 2. Abdülhamit'in “kıymeti bilinmemiş mazlum bir padişah” olarak anıldığı (hem de Basçı Suriye yönetiminin kültür bakanı tarafından bu şekilde anıldığı) ve Suriye okullarında okutulan ders kitaplarındaki Osmanlı bahsinin elden geçirilmesi –yani Osmanlı aleyhtarı ifadelerin değiştirilmesi- gibi kararların alındığı kongreden çok etkilenen Mısırlı tarihçiler, o zamandan beri, benzeri bir kongrenin Kahire'de de toplanmasını talep ediyorlardı.

IRCICA bu talebe kayıtsız kalmadı ve iki hafta önce Mısır'ın başkenti Kahire'de 12 ülkeden 70'i aşkın uzmanın katılımıyla “Osmanlı Döneminde Mısır” konulu bir tarih kongresi düzenlendi.

Genel olarak 'tarihin farklı bir gözle yeniden okunması' –yani tarih yazımındaki emperyalist fitnelerin aşılması- amacına hizmet eden kongrenin Mısırlı katılımcılarından Prof. Safsafi Ahmed, “bin yıldan fazla süren ortak bir tarih”in altını kalın çizgilerle çizerek Türklerle Mısır'ın iç içeliğine dikkat çekti ve “haksız yere Türkiye karşıtı olarak tanıtılan” Cemal Abdünnasır'ın şu sözünü hatırlattı:

“Hangi Türk'ün kanını tahlil etseniz Arap, hangi Arap'ın kanını tahlil etseniz Türk kanına rastlarsınız.”

Romanyalı katılımcı Prof. Mihail Maxim ise Mısır'ın Osmanlı dönemindeki geniş özerkliğine dikkat çekerek Osmanlı-Mısır münasebetinin Commonwealth'e (İngiliz Uluslar Topluluğu'na) benzetilebileceğini ifade etti ve “Bu yapı günümüzde yeniden değerlendirilebilir; Osmanlı ülkeleri arasında yeni bir birlik oluşturulabilir” dedi.

Hamiş: Dört yıl önce Doğu Konferansı Heyeti olarak ziyaret ettiğimiz Mısır El-Ahram Stratejik Araştırma Merkezi'nin yöneticileri de “günümüz şartlarına uygun yeni bir birlik formülünün geliştirilmesini” arzu ettiklerini söylemişlerdi…

***

IRCICA Genel Müdürü Halit Eren, gelecek sene Fas'ta da bir Osmanlı kongresi (“Osmanlı Döneminde Mağrib”) düzenlemeye hazırlandıklarını söylüyor.

Cenâb-ı Hak, gayretlerini bereketlendirsin.

07.01.08 - Yeni Şafak
 

Kenar'dan Merkez'e Gül...
Taha AKYOL tarih 16.08.2007, 14:22 (UTC)
 HAYRÜNNİSA Hanım başını örtüyor, Türk devletinin aleyhine AİHM'de dava da açmıştı; Abdullah Gül cumhurbaşkanı olamaz!
Peki, başka?
Gül, on sene, on beş sene önce demiş ki...
Peki, başka?
Başka yok!
Tony Blair'in eşi Cherie Blair, İngiliz devletinin aleyhine dava açan türbanlı kızların avukatlığını yapmış, hiç kimse de yadırgamamıştı.
"Hak arama" bir insan hakkıdır. Türkiye devleti de AİHM'yi meşru merci olarak kabul etmiştir! Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi, AİHM'nin kararlarına atıfta bulunuyor!
Çağımızın üst değerlerden biri "bireyin önceliği"dir. Elbette AİHM kararları eleştirilebilir ama kişinin hak arama için AİHM'ye başvurmasını "devlet düşmanlığı" gibi görmek, çağdışı totaliter bir zihniyettir!
Kaldı ki, Bayan Gül, eşinin Dışişleri Bakanı olması üzerine, davacı-davalı çakışmasına meydan vermemek için, davasını geri çekmiş, doğrusunu yapmıştır.

Kamusal alan?
Başörtüsünü yasaklayan yargı kararları öğrenciler ve memurlar hakkındadır. Üniversitedeki yasak yanlış ve ideolojiktir, ama değişene kadar hukuken bağlayıcıdır elbette.
Çankaya için hiçbir hukuki yasak yoktur; Sayın Sezer'in kişisel tercihi, "hukuk" değildir.
"Kamusal alan"da başörtüsünün yasak olduğunu belirten hiçbir kanun yoktur! Zaten "kamusal alan" hukuki değil, siyaset bilimiyle ilgili, muğlak bir terimdir! Çarşı pazar da, mahkeme salonu da kamusal alandır!
Hayrünnisa Hanım bazı dış gezilerde eşine refakat etti. Batı'da bir tek ciddi devlet adamı bunu yadırgamadı. Aksine, Gül'ün adaylığı Türkiye'nin 'Avrupalılaşmasına' katkı olarak karşılandı!
Başörtüleri yüzünden kadınların bir bölümüne "Haso'lar, Memo'lar" diye bakmak, onlara ırkçı rejimlerdeki "zenci"ler gibi davranmak bizdeki elitist bağnazlığının bir fotoğrafıdır ve bu eski fotoğraf, gelişen, bireyleşen Türkiye'ye uymuyor.
Ama türbanı irtica zanneden, kaygı duyan vatandaşlarımız da az değildir. Çankaya'ya çıkacak Gül'ler bu duyarlığı da gözetmelidirler. Başörtüsünü çıkarması beklenemez; yapmaları gereken, provokatif davranışlardan sakınmaktır.
Zaten bugüne kadarki devlet görevlerinde Erdoğan ve Gül ile ikisinin de eşleri provokatif davranışlardan sakındılar.

Toplumsal dinamizm
Peki, Gül'ün eski sözleri?.. İyi ama o sözlere karşı çıkarak Erbakan'a karşı bu hareketi başlatmadılar mıydı?
Türkiye'de 'seküler' hayat tarzının toplumda en hızlı bu iktidar döneminde yayıldığı bir gerçektir. Dünkü yazısında Sayın Türker Alkan, AKP iktidarında başını örten kadınların oranında nispi azalma olduğuna dikkat çekiyordu! Öyle, çünkü AKP döneminde hızlanan şehirleşme, eğitim, piyasa ekonomisi, dışa açılma gibi sosyolojik dinamikler "kenar"daki milyonları "merkez"e getiriyor; kadında da bireyleşme ve istediği gibi giyinme iradesini güçlendiriyor.
CHP "yukarıdan aşağıya" modernleşmenin partisiydi; tıpkı DP gibi AKP de "kenardan merkeze" modernleşmenin partisidir: Türkiye elli sene önceki yerinde olsaydı Gül de babasının çırağı olacak kalacaktı.
Gül, "kenardan merkeze" modernleşen toplumun taşıdığı bir isim olarak şimdi Çankaya'ya çıkıyor. Onun için hem halk adamı, hem reformisttir.
Açık fikirli, reformist bir cumhurbaşkanı olacaktır.

t.akyol@milliyet.com.tr
16.08.2007 - Milliyet
 

Güveçci ÇETE
Ali tarih 16.08.2007, 09:36 (UTC)
 90’lı yıllardı. İlkokul üçüncü sınıfı bitirmiştim. Yaz tatilinde dayımın yanında çalışmaya başladım. Henüz on yaşındaydım. Bu başlangıç lise sıralarına kadar sürdü. Çocukluktan ergenliğe geçtiğim o yıllar, mazimin en tatlı yıllarıdır.
Dayım Abidin DURSUN. Bilenler bilir. Namı diğer Güveci ÇETE. Allah selamet versin. Tavşanlı’da güvecin önemini herkes bilir. Birkaç dost iddiaya girecekleri zaman, bu genelde güveç içindir. Güveç denince de akla Güveçci ÇETE gelir. O yıllar, etin fiyatının vatandaşın kesesine uygun olduğu, herkesin güveç yemeyi adet haline getirdiği, güvecin değerinin bilindiği yıllardı. Güveç bir gelenekti. Aynı leblebi gibi, güveç te Tavşanlı için bir simgeydi. Simgeler geleneğe dönüşmüştü.
O zamanlar Güveçci Çete, Ulu camii’nin alt tarafında, şimdilerde park olarak kullanılan alandaydı. Yanında Gümüş İbrahim, karşısında Pideci Bekir. Çayı daima Kahveci Hasan Amca’dan içerdik. Domates biberi Dağistanlı’dan alırdık. İhtiyarların değerinin bilindiği, saygı gördüğü yıllar…
Güveçci Çete, dayımdan önce dedem Mustafa Dursun (Çete Mustafa) tarafından kurulmuş. Allah rahmet eylesin. Ben onu resimlerde tanıdım. Dükkânda, köşede, siyah beyaz, gözlüklü bir fotoğrafı vardı. Bir keresinde yanılmıyorsam Afyon’dan, sırf güveç yemek için misafirlerimiz gelmişti. Bize, son geldiklerinde, burada gözlüklü bir kişi ile tanıştıklarını, onun güvecini yediklerini söylediler. Dayım eliyle dedemin fotoğrafını gösterdi. Evet dediler. İşte bu kişi. Oysaki o tarihte, dedemin vefatından tam onüç sene geçmişti. Dedemin bunca sene unutulmamasını sağlayan bu sır neydi? Niye insanlar güveci bu kadar sevmişti? Dedik ya, o zamanlar güveç, Tavşanlılılar için bir gelenekti. Özellikle Perşembe ve Cuma günleri, Güveçci Çete, halkın tam bir uğrak yeri olurdu. Perşembe günü, malum Tavşanlı’da hayvan pazarı kurulur. Hayvanlarını satan köylüler, soluğu Çete’de alırlardı. Ama asıl yoğunluk Cuma günleri, Cuma namazından sonra yaşanırdı. O kadar yoğun olurdu ki, biz çıraklar servis yapmak için yürüyecek alan bulamazdık. Müşterilerin arasından zar zor sıyrılırdık. Cuma günleri, namazdan sonra, birkaç saatte satılan güvecin yaklaşık 250–300 kg olduğunu söylersem, yoğunluğu daha iyi anlarsınız.
Öyle müşteriler gelirdi ki, hepsi ayrı bir alem. Tek başına oturup 1-1.5 kg güveç yiyen insanlar gördüm ben. O zamanlar 250 gram’lık güveç isteyenlere alaycı bir gülümsemeyle bakardık. İnsan bir oturuşta en az yarım kilo güveç yemeli derdik. Köylülerden tutun, öğretmenlere kadar, banka memurlarından Tavşanlılı hatır sahibi kişilere kadar her türlü insan gelirdi. Hepsi burada buluşurlardı.
Kemikli güveç daha lezzetli olur derler ama ben kuşbaşı’yı tercih ederdim. Onu kaşıklayarak yemesini severdim. Dayım bazı zamanlarda ayak güveci yapardı. Tüm dostlar bir araya gelip yerdik. Onun lezzetini hayatta unutamam. Güvecin pişmesi zahmetli bir iş. Isı fırını gerekli. Dayım sabah namazından sonra dükkânı açar, fırını yakardı. Fırın belirli bir sıcaklığa ulaştıktan sonra ise ateşi söndürürdü. O ısıyla güveçler sabahtan akşama kadar pişerdi. Yani bir güvecin pişmesi, bir günü alırdı. Gerçek güveçte domates, biber haricinde ayrı bir sebze katılmaz. Şimdiki güveçler daha çok türlü et yemeğini andırıyor.
Bir defasında 3–4 pehlivan geldi güveç yemeğe. Sonra beraber fotoğraf çektirdik. Ben o zamanlar küçük olduğumu için sorgulamamıştım bu adamlar kim diye. Yıllar sonra o fotoğrafa baktığımda, pehlivanlardan birisinin Ahmet Taşçı olduğunu gördüm. Ünlü Kırkpınar Başpehlivanı. Şaşırmıştım. O fotoğrafı hala saklarım.
Aradan yıllar geçti. Dükkânın olduğu yer yıkıldı. Dayım başka bir yere taşındı. Eski dostlar dağıldı. O siyah beyaz günlerden, metalik renkli soğuk zamanlar başladı. Güveç unutuldu. Gelenekler bozuldu. Etin fiyatı zamlandı. Artık güveç yiyenlerin sayısı azaldı. Kimse damak tadını düşünmüyor. Hayat pahalılandı. Devir fast-food devri. Dayım dükkânını yeğenine devretti. Güveçci Çete’ yi Çete’nin torunu işletiyor. Ama merak etmeyin. Güvecin tadı hala aynı. Daha da lezzetli. Sadece, o sade ama sıcak günlerini hatırlamayı, hatırlanmayı bekliyor. Eski değerlerin yeniden gün yüzüne çıkacağı umudunu besliyor. Güveçci Çete şimdi, Kurşunlu Camii’nin alt tarafında. Mazisini unutmayan Tavşanlılıları bekliyor.
 

<-Geri

 1 

Devam->

 
  Bugün 5 ziyaretçi (9 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol