Ali Reis'in Takası
  Edebiyat
 

ein Bild




İbriğim Olmadan Asla!
Medeniyet dediğin...
 Kalınca kaşları vardı, altında çipil iki göz. Elmacık kemikleri et toplamış, kızarmıştı, arada bir kümeler halinde kıllar bile örtemiyordu kızartısını. Burnunu hep patatese benzetirdim,sanki iki kocaman delikli bir patates yapıştırmışlardı yüzünün orta yerine. Burnuyla üst dudağının arasında iki badana fırçası taşıyor gibiydi. Sakalları ne renkti asla çıkartamadım. Kahverengi, siyah,kızıl ve çokça kırlaşmış, pis bir sakaldı. Ne zaman sakal bırakmaya heves salsam onun sakalları aklıma gelmiş ve vazgeçmişim.
Abim, onun boynunu hep kilise direğine benzetirdi /Ben, kilise direği nasıl olur bilmediğim için nötrdüm her zaman/
Kocaman başının üzerinde yeşil bir takke taşırdı, şapkasının altından bile görülürdü bu takke. Sevapmış diye yeşilmiş.
Tombul, etli ellerini göbeğinin üzerinde gezindirip çok şükür çekerdi, aklım almazdı neye şükür ederdi, kilosuna olmalıydı. Bir dirhem etin bin ayıp örttüğü sanırım onun için söylenmiş. Kilosuna bakmaktan ne kadar çirkin bir adam olduğunun farkına varılmazdı.
Şişko, çirkin bir adamdı vesselam!
Babamın amcası, veya amcasının oğluydu, net hatırlamıyorum. Yemek yerken fosurdardı. Yazları biz köye giderken onun evinde kalırdık bazen. Kışları yollar kapalı olurdu ve bizim daimi, zorunlu misafirimizdiler cümbür cemaat. Oğulları onun pintiliğinden çok çektiler, o kadar varlığın içinden kaçıp İstanbul’da inşaatlarda çalıştılar ve bir çoğu halen orada ve hatırı sayılır birer müteahhit oldular onun sayesinde.
***
O yaz dışarıda olan tuvaleti içeri alıp, alaturkadan alafrangaya geçmiştik, çok rahattı. Bir lüksten daha çok babaanne ve anneanne için düşünülmüştü, bir zaruretti de denilebilirdi. Hem kışları dışarıdaki tuvaletler pekte rahat olmuyordu.
Derken o geldi. Babamlar için hoş gelendi ama bizim için pekte öyle değildi doğrusu. Oğulları baş göz üsteydi gerçi, kardeşlerimizdiler. Ama o değişikti, babamların karşı çıkmalarına rağmen bizi namaza götürmeye zorlardı. Kalabalık gezmeliydik, düşman bizden korkmalıydı, dostlar maşallah çekmeliydi. Feodal, gerici ufacık bir beyin vardı o kocaman kafanın içinde.
Abdest almak için kalkıp tuvaleti dışarıda görmeyince şaşırmış. Babamlar anlattılar tuvaleti banyoya ek yaptığımız bölüme aldığımızı. İçeri girmesiyle çıkması bir oldu. Çipil gözleri yuvasından çıkacakmış gibiydi. Beyaz iki topun içinde iki mavi bilye dolanıp duruyordu. Antrede köpek vardı sanki, korkmuş gibiydi....
“Bu ne?” Diye sordu babama. Alafranga tuvalet olduğunu anlattı babam, tarif etti. İkna olmamıştı, başını sallayarak girdi içeri. Tekrar dışarı çıktı “eeee” dedi, gerisini getirmedi. Bir şey soracaktı soramadı. Geldi oturdu yerine. Şaşırmış, bir garip olmuştu.
Babamın sigarasına uzandı, yakarken sordu “Tahareti nasıl alıyorsunuz bunda?” “Taharet musluğu var emmi” Dedi babam. Kalkıp bir daha içeri girdi, dışarı çıkıp babama seslendi, babamda girdi, az sonra babam çıktı, o kaldı. Dışarı çıktığında bayağı bir rahatlamıştı ama ruhen hiçte rahat değildi, tedirgindi... Sanki altı tam temizlenmemişti. Arada bir durup birkaç kez burnunu çekiyor, havayı kokluyordu. Sırayla yüzümüze bakıp biraz daha kızarıyordu. Bizde çok haindik, babamızın kaş, göz işaretlerine rağmen yine gülüşüyorduk.,
“Sizin abdestiniz de, namazınız da kabul değil” dedi. Başını öne eğmiş tespihini çekiyordu. Emmi vesveseye kapılıp namazdan olmuştu. Başladı tuvaletten söz açıp konuşmaya.... Pis bir muhabbet. Yine arada burnuyla seri halde nefesler alıp, yoklama çekiyordu. Başını kaldırdığında ağlamaklı bakıyordu bi çare....
Sonra babama kızdı “Nerden icap etti bu ayaklı tuvalet?” gerekçe açıklanınca hak verdi, ama dışarıdaki tuvaleti yıkmakla da haksızlık etmişiz. Müslüman işi değilmiş. Gavur icadıymış. Ama iş işten geçmişti, hem kışın inşaatta yapılmazdı.... Oh olmuştu emmiye.
İbriği ne yaptığımızı sordu. Ağaçların altını göz altı etmişti galiba. Atılmıştı ibrik....
***
Emmi gelmedi daha sonra. Gerekçesi ; “İBRİĞİM OLMADAN ASLA” idi... İbriksiz taharet alınmazmış. Gavur gelenekleri iyice girmişmiş içimize. Allah iflah etsinmiş....
***
Evimizden bir misafir daha eksildi.
İbrik eksildi evlerden
İbrikçiler eksildi zanaatkarların içinden....
Sonra tenekeciler çarşısında birkaç dükkan daha kapandı açılmamak üzere.
Örsler, çekiçler küs oldu bir birlerine....
Çaycı çocuk, alışkanlıktan olsa gerek her gelişte yine çentik attı tebeşirle dükkanın duvarına....
Sonra oda gitti, kayboldu arastaların tenhalığında.
Gittiler tutup emmilerin elinden, atılan bir ibriğin peşi sıra..... Kalınca kaşları vardı, altında çipil iki göz. Elmacık kemikleri et toplamış, kızarmıştı, arada bir kümeler halinde kıllar bile örtemiyordu kızartısını. Burnunu hep patatese benzetirdim,sanki iki kocaman delikli bir patates yapıştırmışlardı yüzünün orta yerine. Burnuyla üst dudağının arasında iki badana fırçası taşıyor gibiydi. Sakalları ne renkti asla çıkartamadım. Kahverengi, siyah,kızıl ve çokça kırlaşmış, pis bir sakaldı. Ne zaman sakal bırakmaya heves salsam onun sakalları aklıma gelmiş ve vazgeçmişim.
Abim, onun boynunu hep kilise direğine benzetirdi /Ben, kilise direği nasıl olur bilmediğim için nötrdüm her zaman/
Kocaman başının üzerinde yeşil bir takke taşırdı, şapkasının altından bile görülürdü bu takke. Sevapmış diye yeşilmiş.
Tombul, etli ellerini göbeğinin üzerinde gezindirip çok şükür çekerdi, aklım almazdı neye şükür ederdi, kilosuna olmalıydı. Bir dirhem etin bin ayıp örttüğü sanırım onun için söylenmiş. Kilosuna bakmaktan ne kadar çirkin bir adam olduğunun farkına varılmazdı.
Şişko, çirkin bir adamdı vesselam!
Babamın amcası, veya amcasının oğluydu, net hatırlamıyorum. Yemek yerken fosurdardı. Yazları biz köye giderken onun evinde kalırdık bazen. Kışları yollar kapalı olurdu ve bizim daimi, zorunlu misafirimizdiler cümbür cemaat. Oğulları onun pintiliğinden çok çektiler, o kadar varlığın içinden kaçıp İstanbul’da inşaatlarda çalıştılar ve bir çoğu halen orada ve hatırı sayılır birer müteahhit oldular onun sayesinde.
***
O yaz dışarıda olan tuvaleti içeri alıp, alaturkadan alafrangaya geçmiştik, çok rahattı. Bir lüksten daha çok babaanne ve anneanne için düşünülmüştü, bir zaruretti de denilebilirdi. Hem kışları dışarıdaki tuvaletler pekte rahat olmuyordu.
Derken o geldi. Babamlar için hoş gelendi ama bizim için pekte öyle değildi doğrusu. Oğulları baş göz üsteydi gerçi, kardeşlerimizdiler. Ama o değişikti, babamların karşı çıkmalarına rağmen bizi namaza götürmeye zorlardı. Kalabalık gezmeliydik, düşman bizden korkmalıydı, dostlar maşallah çekmeliydi. Feodal, gerici ufacık bir beyin vardı o kocaman kafanın içinde.
Abdest almak için kalkıp tuvaleti dışarıda görmeyince şaşırmış. Babamlar anlattılar tuvaleti banyoya ek yaptığımız bölüme aldığımızı. İçeri girmesiyle çıkması bir oldu. Çipil gözleri yuvasından çıkacakmış gibiydi. Beyaz iki topun içinde iki mavi bilye dolanıp duruyordu. Antrede köpek vardı sanki, korkmuş gibiydi....
“Bu ne?” Diye sordu babama. Alafranga tuvalet olduğunu anlattı babam, tarif etti. İkna olmamıştı, başını sallayarak girdi içeri. Tekrar dışarı çıktı “eeee” dedi, gerisini getirmedi. Bir şey soracaktı soramadı. Geldi oturdu yerine. Şaşırmış, bir garip olmuştu.
Babamın sigarasına uzandı, yakarken sordu “Tahareti nasıl alıyorsunuz bunda?” “Taharet musluğu var emmi” Dedi babam. Kalkıp bir daha içeri girdi, dışarı çıkıp babama seslendi, babamda girdi, az sonra babam çıktı, o kaldı. Dışarı çıktığında bayağı bir rahatlamıştı ama ruhen hiçte rahat değildi, tedirgindi... Sanki altı tam temizlenmemişti. Arada bir durup birkaç kez burnunu çekiyor, havayı kokluyordu. Sırayla yüzümüze bakıp biraz daha kızarıyordu. Bizde çok haindik, babamızın kaş, göz işaretlerine rağmen yine gülüşüyorduk.,
“Sizin abdestiniz de, namazınız da kabul değil” dedi. Başını öne eğmiş tespihini çekiyordu. Emmi vesveseye kapılıp namazdan olmuştu. Başladı tuvaletten söz açıp konuşmaya.... Pis bir muhabbet. Yine arada burnuyla seri halde nefesler alıp, yoklama çekiyordu. Başını kaldırdığında ağlamaklı bakıyordu bi çare....
Sonra babama kızdı “Nerden icap etti bu ayaklı tuvalet?” gerekçe açıklanınca hak verdi, ama dışarıdaki tuvaleti yıkmakla da haksızlık etmişiz. Müslüman işi değilmiş. Gavur icadıymış. Ama iş işten geçmişti, hem kışın inşaatta yapılmazdı.... Oh olmuştu emmiye.
İbriği ne yaptığımızı sordu. Ağaçların altını göz altı etmişti galiba. Atılmıştı ibrik....
***
Emmi gelmedi daha sonra. Gerekçesi ; “İBRİĞİM OLMADAN ASLA” idi... İbriksiz taharet alınmazmış. Gavur gelenekleri iyice girmişmiş içimize. Allah iflah etsinmiş....
***
Evimizden bir misafir daha eksildi.
İbrik eksildi evlerden
İbrikçiler eksildi zanaatkarların içinden....
Sonra tenekeciler çarşısında birkaç dükkan daha kapandı açılmamak üzere.
Örsler, çekiçler küs oldu bir birlerine....
Çaycı çocuk, alışkanlıktan olsa gerek her gelişte yine çentik attı tebeşirle dükkanın duvarına....
Sonra oda gitti, kayboldu arastaların tenhalığında.
Gittiler tutup emmilerin elinden, atılan bir ibriğin peşi sıra..... 

asi ve mavi 36 -izedebiyat.com

DENEME

MISIR   KOKULU   TAKATAK   KIZI

Kangellerin  ortasında sırtında Şimali Değirmeni’nde yeni öğüttüğün mısır çuvalı, geliyorum demiştim sana; anam, anam neneciğim. Ah o kangeller kanlı kangeller. Yeni silah almış Tonyalıların hedef alıp silahının vurup vurmadığını test ettiği kangeller. Mısırda senin deyiminle rahmetli Menderesin dağıttığı mısır. Onu da geçen hafta seninle birlikte 20 km yol yürüyerek Vakfıkebir’den sırtında birlikte getirmiştik.


Eve zor düştün. Mısır çuvalını sırtından çıkaramadan beni doğurmuşsun. Bu yüzden benim mısır kokmam.


Anamın sırtında mısır çuvalı karnında ben iken düşmüş alnımın ortasına sarı saçlarım. Kumanlıktan-Kıpçaklıktan daha önce mısırdan gelir saçlarımın sarısı, gözlerimin mavisi, yüzümün utanınca kan kırmızı rengi.
Çobanlık ettiğim zamanlarda sen Sarıgül’den, Yadigar’dan, Kınalı’dan  yanaydın hep. Aman onları iyi doyur, onlar bizim ele muhtaç olmamamız için tek sığınağımız derdin. Bense hep mısırlardan taraftım. Hiç bir ineğin boğazından tek bir mısır geçmemiştir. Kokuma ihanet etmedim.Mısır tarlası benim yumuşak karnım oldu hep. Bütün civcivlerimi ve tavuklarımı sansarlar ve tilkiler oraya saklanarak yediler. Hatırlar mısın, bir keresinde çakalı kovalarken, çam ağacından yapılmış fırahtiyi  eğilerek geçtim sanmış, tamda dallı kısmına kafamı saplamıştım. Kan  alnımdan oluk gibi fışkırmıştı. Kazmayı beli fırlatıp koşarak geldin. Hala; oğlum, oğlum, uşaciğum diye inleyen sesin kulaklarımda. Kırmızı peştemalını kafama sıkıştırmıştın. Eve koştun da bir parça kumaş parçası bulamamıştın. Nasırdan yara olmuş ellerinle beni göğsüne bastırıp da ne çok ağlamıştın. Ben o baygın halimle senin ağladığına ne  kadar şaşırmıştım. Sen de ağlar mıydın neneciğim?


Yazları yüzmek için derelere kaçtığımızda, herkes kurbağa misali taşlardan suya dalıp dururlardı. Bense Şimali Değirmenine giderdim. Değirmende doya doya mısır kokusunu ciğerlerime çekerdim. Ciğerlerime anamı çekerdim, ciğerlerime dünyalar dolusu sevgimi çekerdim.
Ellerin nasırdan akşamları kanardı. Kara ateşte ocağa astığımız kazanda ısıttığımız suyla ellerini ovardım. Çalışmaktan değil de ellerinin derisinin yumuşamasından şikayet ederdin hep.


Senin ellerin bir dünya kurdu bize. Bir dünya ellerinden geçti. Ellerinde şefkate yer olmadı. Hayat sertti, zordu, acımasızdı Karadenizin dağlarında. Bizimse fakirliğe karşı sadece senin ellerin vardı. Şimdi bakıyorum da hayatı o ellerinle kaç kere yendin be !


Kışın geceden kara lastiklerimi ve yün çoraplarımı ısıtırdın. Sabah tüm kardeşlerin önüne beni geçirip, bütün ufaklıkların odunları da koltuğumun altına verip bizi yola koyardın. Sürü başı gibi köyün başına kadar soğuktan donmuş ellerim ve kulaklarımla okula giderdik. Soğuktan elleri donan çocukların ellerini ısıtmak da benim görevimdi. Getirdiğim odunları teker teker sınıflara dağıtıp odun yoklama listesine artı koydururdum.


Heey gidi Abdulvahap Hoca; oduncuklarımızla sobaları yakıp bizi ısıtmaya çalışırdın. Biz sobanın etrafına mısır ununa bulanıp tavaya dizilen hamsiler gibi doluşurduk. Isınacağız diye kaç kez sobayı devirdik. Kaç kez üstümüzden boruları kaldırdın. Ne çok fakirliğimize, garipliğimize kahrederdin.


Hey güzel insan şimdi mezarında ne çok fakirsin.


Fakirliğin mısır unundan ve Tonya peynirinden yapılan muhlamada  uzadığı zamanlarda, bizim oyuncak isteklerimizi Tonya çarşısından bulduğun renkli kağıtlarla avutmaya çalışırdın. Kağıtların kar etmediği zamanlarda ayda bir aldığın cicimomayı  ne  büyük iştahla yerdik.


Cicimoma getirmediğinde ise Ağustos eriklerine astığımız mısır püsküllerinden neler yapardık neler. O bıyıklar bazen Mustafa Kemal’in bazen de Yavuz’un bıyıkları olurdu. Bazen de defter kağıtlarından sigara.
Şimdi vakit hazan. Artık sarı saçlarımdan eser yok. Delidolu şimal rüzgarlarından geriye nihavent besteler kaldı. Ömrün ve canları ölüme koşusu olan zamanda ‘Şimdi dağ çıkıram, düze elvida’ .


Şimdi mevsimlerce uzağım sisli dağlara, zamansız yağmurlara, kudurmuş nehirlerde yuvarlanan kütükler gibi dönen değirmen taşlarına, patika yollara, koyunlara, kuzulara, ağustos böceklerine. Hepsinden önemlisi sana kocakarıcığım. Güzün biçilip kuruması için ayakta toplanan mısır pentalları  gibi, yağmur yağdığında kanatlarının altında cicivlerini toplayan kosular  gibi alsan bizi duldana. Nasırlı ellerinle  acıta acıta sevsen yüzümü. Yada seni yine kızdırsam, bu sefer attığı değnek bana yetişemeden, ben kaçacağım deyip yine kaçamasam. Yine kaçamadığım için öfkeden oturup ağlasam. Yine çok mu şımardım nenecuğum? Aslında öfkelenip bir bağırsan, yine korkumdan koşar gelirim ya. Hadi neyse.


Velhasıl dostlar, uzak oldum rahata ve emeğin kucağında doğdum.


Ben bir çınar ağacının gölgesinde, nazlı bir mısır gibi büyüdüm ve yaşadım. Düşlerimde, gözlerimde yüreğimde, ve dahi her şeyimde mısır kokulu Takatak  kızı var. Ben onu çınarlarca kök salmış bir medeniyetten emanet aldım. Emaneti yüreğimde.


Mustafa ATALAY 

www.ahenkdergisi.com sitesinden alınmıştır

 
  Bugün 3 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol